/Arafta bir gün

/Çat! | /Crack! (English)

Sabaha karşı ablam iki omzumdan tutup sarstı beni: Uyan, bir şey oluyor. Rüyamda ağaca tırmanmıştım ve aşağı inemiyordum. Nasıl o kadar yükseğe tırmanmıştım, hiçbir fikrim yoktu. Annemi yardıma çağırmalıydım, ama sesimi duyup gelse bile bana çok kızacağı kesindi. İşte o zaman ağaca gece vakti tırmanmış olduğumu fark ettim. Ve şöyle dedim kendime: Aptal. Ve şunu: Şimdi atlamak zorundasın aptal. Yine de kendimi boşluğa bıraktığımda havada süzülen etten bir yaprak ya da suda alçalan küçük bir kaya gibi yavaşça ve incinmeden düşebilirim belki diye düşündüm ve sakinleşmeye çalıştım. Ama nafile: Atlamadan bilemezdin ve bilmeden atlamak korkunçtu. Derken bir gümbürtü oldu ve yer çatırdadı. Ağaç şiddetle sarsıldı. Beton zeminde ağacı yutacak kadar büyük bir yarık açıldığını gördüm. Derhal aşağı atlamakla dala daha da sıkı tutunmak arasında kaldım. Ağaç beni koruyabilirdi. Kaldı ki sarsıntı ve yarık bir fırsat gibiydi de: Hem belki de, diyordum, böylece, atlamak zorunda kalmam. 

Ablam saçı başı birbirine girmiş hâlde, uykulu suratında yastık izleri ve mavi bulutlu pijamasıyla, okula geç kalma korkusu yaşadığımız sabahlarda nasıl görünüyorduysa yine öyle göründü gözüme. Ama sonra göğsünden yukarı hıçkırık gibi bir ses yükseldi. Annem de üstünde gecelik, sırtında koca bir çanta, çantanın iki yanından sarkan uyku tulumları, boynunda düdük, kapıda yalınayak belirmiş, insanı dehşete düşürecek kadar sakin bir sesle şöyle diyordu: Bir şey oluyor.  

Merdiven sahanlığına çıktığımızda insanların binayı terk etmek yerine dama çıkmak için birbirini itip kaktığını gördük. Biz de hiç düşünmeden katıldık onlara, ancak adım atacak yer yoktu. Basamakları güç bela tırmanan yaşlılar, kalabalığın çoktan taşmış sabrını bir de çırpaçla köpürtüyordu. Çocuklar ağlaşıyordu ve anneleri onları omuzlarından tutup sarsarak korkmaa! diye bağırıyordu. Bir adam koca bir plazma televizyonu kucaklamış, açılın be yahu, diye söylenerek önündekileri itekliyordu. Höst, diye döndü biri. Çekil be, ne? diye sordu sinirli ilgiyle bir diğeri. Depremdi bu, ama bizi öldüren deprem değil müteahhit olacaktı. Teröristler bombalamıştı. Metan gazı patlaması olmuştu. Bir işaretti bu. Bir neticeydi bu. Paramiliter güçler devredeydi demek. Hesap günü gelip çatmıştı işte. Böyle olacağını gazeteler çoktan yazmıştı. Hepimiz aynı trendeydik ve tren rayından çıkmıştı. Ne bekliyorduk ki? Çüş! Dış mihraklar! Meteor! Makinist! Allah! Sakin! diye seslendi bir kadın üst kattan. Bunu hiç de sakin olmayan bir sesle yapmıştı. İşte o zaman dizleri, kalçaları, dirsekleri, korkuluğa uzanan elleri birbirine karışmış halde, yaklaşan izdiham korkusuyla hönk edip duran bu pijamalı bedenlerden, havada hınçtan halkalar gibi büyüyen bir titreşim yayıldı: Ölüyorduk, başkaları yüzünden. 

Yine de hep beraber nasıl becerdik de dama çıktık, hiçbir fikrim yoktu. Ve bir daha inebilecek miydik, külliyen meçhuldü. Ben böğrüme bir dirsek yemiştim. Ablam kulağını ovuşturuyordu. Dama çıktığımızda annem ablamla aramıza girip elimizden tuttu ve korkuluk duvarına doğru yürümeye başladı, ama çok geçmeden küt diye durdu. Ablamla önce birbirimize, sonra anneme baktık, sonra da parmak uçlarımızda yükselip korkuluğun ardını görmeye çalıştık. Ama yalnızca bir uçak, bize çok tuhaf gelen bir yavaşlıkla yükselen ve yükseldikçe genleşen mantar biçimli ve kuzguni ya da hardal sarısı ve erguvani duman kütleleri, patlayıp etrafa ışıltılı misketler gibi saçılan küçük yıldızlar ve bolca kuş gördük. Bunları görmek için yükselmemiz falan da gerekmiyordu. Ayrıca yapacak başka bir şey de yoktu. Merdivenlerdeki telaş ve gerilimden eser kalmamıştı. Herkes öylece bakıyordu, her ne görüyorduysalar artık, onu bilmek ya da anlamak gibi bir dertleri kalmamıştı. Bizim gibi parmak uçlarında yükselmeye çalışıp gökteki renk cümbüşünden başka bir şey göremeyen birkaç çocuk hariç hepsinin suratı anneminki gibiydi: Gözü açık rüya gören birer Japon balığı. 

Tutulma mı, huşu mu, vecd mi, dehşetten mi anlayamadığım, ama biraz daha yoğunlaşırsa katılaşıp bizi de yutacakmış hissi veren o sessizlikte çat! bir ceviz düştü ablamın önüne. Karga geldi, aldı cevizi, havalandı ve sonra yine damın beton zeminine çat! bıraktı. Kabuğu açıp meyveye ulaşabilmek için aynı şeyi bir daha yapması gerekiyordu. Ama ablamın yüzünde her şeye kadir o ışıldaklı muzip ifade belirmişti bir kere. Kargadan önce davranıp aldı cevizi yerden, tek eliyle kolayca çıkardı kabuğundan, yarısını yedi, kalanını bana uzattı. Sonra da gözünden hiçbir şey kaçırmayacağını cümle mahlûkata ilan eden o çocuk sırıtışıyla acaba başka ceviz düşer mi diye mor havaya baktı.

 

Birgül Oğuz / Ekim 2018